PADİŞAHLIKTAN BAŞKANLIK SİSTEMİNE

Av.Dr.Serdar TAHTAKIRAN (23.01.2016) tarihinde yazdı

 

Başkanlık sisteminin tartışılmaya başladığı bu günlerde, sadece sistemin ismini bilen bir çok kişi fikirlerini medyada paylaşıyor. Başkanlık sisteminin ne olduğunu anlamak için önce devlet sistemlerini kısaca gözden geçirmek gerekir. Devlet sistemlerine ilişkin şema kafamızda oturduktan sonra başkanlık sistemini anlamak ve yorumlamak mümkün olacaktır. Başkanlık sistemi bütün güçlerin başkanın elinde toplandığı sistem değildir. Tam tersine kuvvetlerin (yasama-yürütme-yargı) en keskin ayrıldığı ve birbirini en sıkı kontrol ettiği sistemdir. Şimdi öncelikle devlet sistemlerini anlatmak istiyorum:

Devlet sistemleri kuvvetlerin ayrılığı veya birliğine göre sınıflandırılır. Bu sistemlere girmeden önce kısaca “kuvvetler ayrılığı” ilkesini anlatmak gerekir. Kuvvetler ayrılığı teorisi, devlet iktidarını sınırlandırarak vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlar. Dikkat edilirse burada korunmak istenen bireyin hakları ve özgürlükleridir. (Biz bazen konulara sadece devletin korunması olarak bakıyoruz.) Bireyin hak ve özgürlüklerini korumak için, devlet iktidarı, yasama, yürütme ve yargı olarak üç organa bölünür.

Kuvvetler ayrılığı teorisi ilk olarak John Locke (1632-1704) tarafından ortaya atılmıştır. John Locke, kuvvetleri; yasama, yürütme ve federatif kuvvet olarak üçe ayırmıştır. Ancak 1748 tarihli “Kanunların Ruhu” (de l”esprit des lois) adlı eseriyle, kuvvetler ayrılığının gerçek kurucusu olarak Montesquieu (1689-1755) kabul edilir. Montesquieu, kuvvetleri; yasama devletler hukukuna bağlı konuları yürütme ve medeni hukuka bağlı konuları yürütme kuvvetleri olarak üçe bölmüştür. Modern devlet düzeninde bu kuvvetlerin yasama, yürütme ve yargı olarak bölünmüş olduğunu bu gün biliyoruz.

Hiçbir teoriyi kesin ve tartışılamaz olarak kabul etmememiz lazım. Herşey gibi, kuvvetler ayrılığı teorisine karşı ileri sürüleni eleştiriler de bulunmaktadır. Örneğin ABD eski başkanlarından Woodrow Wilson’a göre, kuvvetler ayrılığı teorisi, devlet kuvvetlerinin her birine sorumluluktan kurtulma imkanı vermektedir. İşler kötü gittiğinde, her kuvvet suçu diğerine atıp sorumluluktan sıyrılabilmektedir. Bir başka eleştiriye göre; siyasi partiler, uygulamada kuvvetler ayrılığı teorisini etkisiz kılmıştır. Bu fikre göre; uygulamada yasama ve yürütme kuvvetlerinin ikisi de mecliste egemen olan siyasi partinin elinde toplanmaktadır. Özellikle (burası çok önemli) parlamenter hükümet sisteminde parlamentoda (yasama organında) çoğunluğa sahip siyasi parti tarafından hükümet kurulmakta ve yargı da adalet bakanına bağlı olduğundan, kuvvetlerin tamamı hükümeti temsil eden siyasi partinin elinde toplanmaktadır. Fakat tüm eleştirilere rağmen “kuvvetler ayrılığı” teorisi dünya demokratik ülkeler ailesinde genel kabul görmüş yönetim ilkesidir.

Yönetim sistemleri, kuvvetler birliği ve kuvvetler ayrığı olarak iki sınıfta inceleneilir. Bu sınıflandırma, yasama ve yürütme kuvvetleri arasındaki ilişkiye göre yapılmaktadır:

Kuvvetler birliği sistemleri, yasama ve yürütme kuvvetlerinin yürütme organında veya yasama organında birleşmesine göre iki alt sınıfa ayrılır:

Yasama ve yürütme kuvvetleri, yürütmede birleştiği sistemler diktatörlük ve mutlak monarşi (krallık, padişahlık) sistemleridir. Mutlak monarşide, hükümdar yasamayı yaptığı gibi, yargıyı da kendisi veya kendisine bağlı kişiler eliyle yerine getirir. Diktatörlükte, yasama, yürütme ve yargı güçleri, yürütmeyi temsil eden bir kişi veya bir grubun elindedir. Bu grup muhaliflerini bastırır ve şiddet uygulayarak iktidarını sürdürür.

Yasama ve yürütme kuvvetlerinin, yasama organında toplandığı yönetim sistemine “meclis hükümeti” sistemi denir. Meclis hükümeti sistemi Jean-Jacques Rousseau tarafından savunulan, egemenliğin bölünmezliği ilkesine dayanan yönetim biçimidir. Yasama ve yürütme kuvvetleri, yasama meclisinde toplanır. Bu sistem, Türkiye’de 1920-1923 yılları arasında birinci TBMM döneminde başarıyla uygulanmıştır. Yürütme görevi, meclis tarafından, meclis üyelerine verilir. Her üye kendisine verilen görevle sınırlı olarak çalışır ve kişisel olarak meclise karşı sorumludur. Bu sistemde devlet başkanı veya başbakan bulunmaz. Ancak pratikte meclisin yürütmeye üstünlüğü teoride kalmaktadır. Uygulamada, yürütmeyle görevlendirilen kişiler (icra heyeti) kısa zamanda güçlenir, meclise fiili üstünlük kurar ve sistem diktatörlüğe dönüşür. Bunun ön çarpıcı örneği; 1792-1795 yılları arasında Fransa’da yaşanmıştır. Robespierre, önce meclisteki ve meclis dışındaki bütün muhaliflerini ortadan kaldırmış ve yasamayı ele geçirmiş, sonra kendi dışındaki herkesi giyotine göndermiştir. Sonuç olarak Robespierre de giyotine gitmekten kurtulamamıştır. İsviçre’de bu gün uygulanan sistemin bir tür meclis hükümeti olduğunu ve başarıyla uygulandığını da savunanlar bulunmaktadır.

Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrı organlara verildi sistemlere “kuvvetler ayrığı sistemleri” denilmektedir. Bu sistemler iki tanedir. Kuvvetlerin “yumuşak” olarak birbirinden ayrıldığı sisteme “parlamenter sistem” denir. Yasama-yürütme-yargı güçlerinin “sert” şekilde birbirinden ayrıldığı sisteme ise “başkanlık” sistemi denir. Başkanlık sisteminde güçlerin birbirinden sert şekilde ayrılmış ve birbirini sıkı şekilde denetlemektedir.

Bundan anlamamız gereken şudur: Başkanlık sistemi, padişahlığa giden yol değil, padişahlıktan en uzak sistemdir. Bir ülkiye tek başına yönetmek isteyen bir grup kişi, yasama meclisinde çoğunluğu yakaladığında, parlamenter sistemde bunu zaten yapabilmektedir.  

Önce öğrenmeli, sonra yorum yapmalıyız. Öğrenmek için de merak etmek gerekir. Merak etmek için ise bilmediğini bilmek gerekir.

Bir gün Sokrates, Delphoi’de bir kahini ziyarete gider. Kahin, Sokrates’e; yaşayan en bilge kişinin Sokrates olduğunu söyler. Socrates ise gerçekte hiçbir şey bilmediği düşünmetedir. Örneğin; İyi nedir? Doğru nedir? Adalet nedir? gibi, yaşama ilişkin önemli soruların hiçbirinin cevabını bilmemektedir. Kaldı ki bu soruların cevaplarını bilen birine de rastlamamıştır. Bunun üzerine Sokrates, Delphoi’deki rahinin kehanetinde;  "insanların en bilgesinin Sokrates olduğunu" söylediğinde, bu kehanetiyle “hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişinin Sokrates olduğunu” anlatmak istediğini düşünmüştür.

Bilmediğini bilmenin bilgeliğine ilişkin güzel bir hikayedir bu. 

 

Sitemizdeki tüm yazı ve makalelerin telif hakları tarafımıza ait olup, kaynak ve site adresimiz belirtilerek kullanılabilir.

Bu yazıyı paylaş